İlk Müslüman Türk hükümdarı: ilteber Almış Han

 


Îdil-Bulgar Devleti hükümdarı, 921 yılında Bağdad’a elçiler göndererek İslâmiyet’i kabul ettiğini ve Halîfeye tâbi olduğunu bildirmişti. İbn-i Fadlan’ın yazdığına göre, Almış Han, daha sonra ismini Cafer bin Abdullah olarak değiştirecektir.

İlk Müslüman-Türk hükümdarı kimdir?” diye sorulsa, herhalde yüzde 99 alacağımız yanıt, Karahanlı hükümdarı Abdülkerim Satuk Buğra Han olacaktır. Yapılan tet­kik ve araştırmalar, Karahanlı hükümdarı­nın en erken tarihle 940 yılında Müslü­man olduğunu ortaya koymaktadır. Oysa bu târihten 20 yıl önce, İdil-Bulgar Devle­ti hükümdarı İlteber Almış Han’ın gön­derdiği elçiler Bağdad yolundaydı.
İdil ve Kama nehirlerinin birleştiği alanda hüküm süren İdil-Bulgar Dev­leti’nin ilk devirleri ile ilgili bilgi bulun­mamaktadır. IX. asırda, daha fazla ticarî fonksiyonuyla dikkat çekiyordu. Bulgar, Suvar ve Biler en meşhur kentleriydi. Tabiat zenginliğinin yanında, ulaşım yö­nünden fevkalâde imkânlara sahipti. Baş­şehir Bulgar kenti, Doğu Avrupa’nın en gelişmiş ticâret merkezi idi.
Bulgar tüccarların Harezm ve Samânî devletinde Müslüman tüccarlarla temasları ve Harezmliler’in de onların ülkelerine gelmeleri neticesinde, ülke topraklarında islâm dîni ve kültürü yayılmaya başladı. 900′lü senelere gelindiğinde Bulgarlar arasında İslâmiyet’i kabul edenlerin sayı­sı çoğunluktaydı.

Halîfe’den üç arzu

Bu sıralarda, İdil-Bulgar Devleti tahtı­na çıkan Almış Han’ın da İslâmiyet’le yakından ilgilendiği, bu din ile ilgili bil­giler topladığı ve eski inancı ile ruhunda fırtınalar koparan bir mücâdelenin içerisi­ne düştüğü kabul edilebilir. Onun şüphe­lerinden tamamıyla sıyrılıp İslâm dinini ka­bul etmesi de gördüğü –safahatı ile ilgili bilgili olamadığımız- bir rüya sonu­cu gerçekleşir. Bu târihî olay, 920 yılına rastlamaktadır. Nitekim, yukarıyada açıkladı­ğımız gibi, Almış-Han Müslüman olur olmaz, zamanın Abbasî Halîfesi Cafer el-Muktedir Billah’a iki nâme ile beraber bir elçilik kurulu gönderir.

Almış Han’ın Halîfe’den üç mühim talebi vardır:
1- İdil-Bulgar devletinde, Müslüman­lar’a dînini öğretecek âlimler gönderilme­si.
2- Mescid ve medreseler inşâ etmek üzere ustalar gönderilmesi.
3- Düşmanlarına karşı korunmak için inşâ ettiği kaleye maddî yardımda bulu­nulması.

Bağdad’dan Bulgar’a

Almış Han’ın elçileri 921 yılının Ma­yıs ayında Bağdad’a geldiler. O sıralarda, Türk boyları arasında İslâmiyet’in yayıl­makta olduğu haberleri tüccarlar vasıta­sıyla haber alınıyordu. Ancak ilk defa bir Türk hükümdarının İslâmiyet’i kabul etti­ğini ve Halîfe’ye tâbi olduğunu bildiren name göndermesi, Bağdad’da büyük ilgi uyandırdı. Bir devlet başkanının kendi iradesiyle İslâm’ı kabulü, halifelik sarayında ve toplum arasında görülmemiş sevince yol açtı. Bu ülkeye hizmet vermeye gitmek üzere, rekor sayıda başvurular ve gönül­lüler ortaya çıktı. Nitekim, beş bin kişilik bir kurulun kısa zamanda hazırlanıp yola koyulması, bunun en açık göstergesidir.

921 yılı Temmuz ayında Bağdad’dan yola çıkan kurul içerisinde, İdil-Bulgar Devleti ve ilk Müslüman-Türk Hükümda­rı unvanını kazanan Almış Han ile ilgili en eski yazılı bilgileri bize bırakan İbn-i Fadlan da kâtip olarak bulunuyordu. İbn-i Fadlan’ın yıllarca sürecek bu seya­hati sırasında yaşadıklarını kaleme alması, belki de târihin karanlıklarına gömülecek hakikatlerin gün ışığında aydınlanmasına se­bep olmuştur.

Heyet Cürcaniye’ye geldiği zaman, mual­lim ve vazifelilerin bir kısmı geri dönmek istediler. Çünkü ulaşacakları yere kadar arada birçok kâfir ülkesi bulunuyordu. Yol emniyeti yoktu. Halîfe’nin gönderdiği hediyelere bir zarar erişebileceği kanaat­i ile büyük kısmı geriden gelmek üzere orada kaldılar. İbn-i Fadlan, özellikle ya­nında Halîfe’nin dört bin altın hediyesini hükümdara götüren Fazl bin Musa’nın gelmesi için ısrar etti ise de dinletemedi. Neticede elçi Susen er-Razî ve İbn-i Fadlan yanlarındaki beş görevli ile yola devam ettiler. Uzlar, Peçenekler ve Başkırtlar ülkelerini geçen kurul, yorucu bir yolculuktan sonra, 12 Mayıs 922 Pazar gü­nü Almış Han’ın devletine ulaştı.

Kabul merasimi

Elçilik kurulunu merkeze iki fersah me­safe kala karşılayan Almış Han, onları ilk gördüğünde şükür secdesine kapandı. Üzerlerine paralar saçtı. Büyük izzet ve îtibar göstererek, onları özel yapılan kub­beli çadırlara yerleştirdi. Misafirler birkaç gün istirahatten sonra, 16 Mayıs Perşembe günü huzura kabul olundular. Beyler, ku­mandanlar ve hükümdar ailesi mecliste hazır durumdaydı. İbn-i Fadlan, öncelik­le halîfenin hükümdarlık alâmetleri olarak gönderdiği hil’at, destar, bayrak ve eyer gibi eşyaları çıkardı. Almış Han’a siyah hil’atler giydirdi ve sarığını sardı, atını eyerledi. Bundan sonra sıra, Halîfe’nin mektuplarını okumaya geldi. Almış Han ve yanındakiler hürmetle ayağa kalktılar. Mektupların okunması tamamlanınca, oradakile­rin tekbir seslerinden yerler sarsıldı.

Almış Han yapılan merasimden sonra, misafirlerini kendi özel kubbeli çadırında yemeğe davet etti. Herkes yerini alınca, hükümdarın önüne, üzerinde sâdece kızar­tılmış et bulunan bir sofra getirdiler. Al­mış Han, eline bir bıçak alıp, etten bir par­ça kesip yedi ve bunu iki defa yaptı. Sonra bir parça daha kesip elçilik kurulu­nun başı Susen er-Razi’ye uzattı. Susen bunu alınca, hizmetliler hemen önüne bir sofra kurdular. Böylece hükümdarın sırayla et uzattığı kişilerin önüne derhal mü­kellef bir sofra geliyordu. Yemekten sonra Halîfe-i Müslimîn’e hayır dualar edildi.

Paralar ne oldu?

İbn-i Fadlan’ın bundan sonra yazdık­larından nakledeceğimiz hususlar, Almış Han’ın İslâmiyet’e ve Halîfe’ye bağlılığı, din gayreti, samimiyeti ve karakteri ile ilgili bilgi verecektir.

“Hediyeleri hükümdara takdim etme­mizin üzerinden üç gün geçmişti ki, huzu­ra çağırıldım. Yanına girince oturmamı emretti. Oturdum. Halîfe’nin mektubunu önüme atarak ”Bu mektubu kim getir­di?” dedi. ”Ben” dedim. Sonra, vezirin gönderdiği mektubu attı. ”Ya bunu?” de­di. Yine ”Ben” dedim. ”Her iki mektup­ta zikredilen paralar ne oldu?” dedi. Ben, ”Toplanamadı. Vakit daraldığın­dan buraya gelmek fırsatını kaçırırız diye arkadan bize yetişmesi için geride bıraktık” dedim.

Hükümdar, ”Siz hep birlikte geldi­niz. Beni esaret altına sokmak isteyen Yahudîler’e karşı koruyacak bir kale yapımında sarfedilecek bu parayı getir­meniz için, efendim size bu kadar mas­rafta bulundu. Hediyeyi ise benim gön­derdiğim elçi dahi getirebilirdi” dedi. Ben. ”Evet, doğru. Biz elimizden geleni yaptık. Ne yapalım. Netice böyle oldu” dedim. Bunun üzerine tercümana, ”Ona de ki; ben bunları tanımıyorum. Sadece seni tanıyorum. Zira, onlar cahil insan­lardır. Eğer vezir senin yaptığın şeyi onların yapacağına kanâat getirseydi, hukukuma riâyet etmen, mektubu ba­na okuman ve yanıtını dinlemen için seni buralara göndermezdi. Senden başka birinden bir dirhem dahi istemem. Parayı çıkar. Bu senin için daha hayır­lıdır” dedi.

“Ben Halîfe’den korkarım”

Bundan sonra tercümana, ”Ona sor. Muhasara altında bulunan, köle haline getirilmek istenen zayıf kavimlere yar­dım etmek maksadiyle, bir adam bazı kimselerle para gönderse, onlar da emânete ihanet etseler, bu kimselerin hareketi ile ilgili ne der?” dedi. Ben ”Bu caiz değildir. Bunu yapanlar kötü kimselerdir” dedim. ”İcmâ ile mi? Yok­sa ihtilâf ile mi?” dedi. Ben ”İcmâ ile” dedim. Sonra tercümana, ”Ona sor. Halî­fe üzerime bir ordu gönderse hakkımdan gelebilir mi?” dedi. Cevaben ”Ha­yır” dedim. ”Ya Horasan hükümdarı?” dedi. Yine ”Hayır” dedim. Hükümdar, ”Buna neden mesafenin uzaklığı ve ara­mızdaki kâfir kabilelerin çokluğu değil mi?” dedi. Ben, ”Evet” dedim. Bunun üzerine tercümana, ”Ona söyle, vallahi ben, bu kadar uzak yerde iken efendim Emîrü’l Mü’minîn’den korkuyorum. Beğenmediği bir hareketimi duyar, aramızdaki bu kadar memleketlere rağmen, hakkımda beddua eder de, be­ni olduğum yerde mahveder diye çekiniyorum. Siz ise, onun ekmeğini yediği­niz, verdiği elbiseleri giydiğiniz, her za­man kendisini gördüğünüz halde, sizi bana, yâni zayıf bir kavme gönderdiği elçilik vazifesi gibi kısa bir zamanda ona ve Müslümanlar’a ihanet ettiniz. Sözlerinde bana gerçeği söyleyen biri gelmedikçe sizden duyduğum hiçbir dî­nî hususu kabul etmem” dedi. Bu sözler üzerine verecek yanıt bulamadık. Yanın­dan ayrıldık. Bir müddet sonra geride ka­lanlar geldiklerinden, elçilik kurulu zor durumdan kurtulmuşlardır.

Hükümdara yeni isim

Ben (İbn-i Fadlan) gelmeden önce, hükümdarın câmiinin minberinde hutbe ”Allah’ım, Bulgarların hükümdarı Yiltivar’ı ıslah et” biçiminde okunuyormuş. Ona, ”Hükümdar sâdece Allah’tır. Minberde Allah’tan başka biri bu adla anılamaz. Emîrü’l-Mü’minîn bile doğuda ve batıdaki minberlerde kendisine ‘Allah’ım! Kulun ve halîfen Emîrü’l-mü’minîn Cafer el-Muktedir Billah’ı ıslah et’ denilmesiyle yetinir. Ondan önceki halîfeler de aynı biçimde söyletmişlerdir. Peygamber Efendimiz dahi ‘Hıristiyanların İsâ aleyhisselâmı övdükleri gibi, beni aşırı derecede öv­meyin. Ben sâdece bir kulum. Bunun için Allah’ın kulu ve resulü deyiniz’ buyurmuştur” dedim. Bunun üzerine, ”Benim adıma nasıl hutbe okunması caiz olur?” dedi. Ben de, “Senin ve babanın adı ile” dedim. ”Babam kâfirdi. Onun adının minberde söylenmesini istemem. Benim adımı da bir kâfir verdi­ğine göre, adımın da hutbede zikredilmesini güzel karşılamam. Acaba Halîfe-i Müslimîn’in adı nedir?” dedi. Ben ”Cafer” dedim. Hükümdar ”Benim onun adını almam doğru olur mu?” dedi. Ben de ”Evet olur” dedim. Bunun üzerine; ”Kendi adımı Cafer, babamın adını Abdullah olarak değiştirdim”dedi. Hatibe hutbeyi bu isimle okumasını em­retti. O da bu emri yerine getirdi. Bundan sonra, onun adına hutbe, ”Ey Allah’ım! Emîrü’l-Mü’minîn kölesi ve kulun Bul­gar hükümdarı Cafer bin Abdullah’ı ıslah et” biçiminde okunmaya başladı.

Bir gün hükümdara ”Memleketin ge­niş, malların fazla, aldığın vergiler çok. Niçin Halîfe’den ehemmiyetsiz miktar­da para gönderip bir kale yaptırmasını istedin” diye sordum. Cevap olarak. ”Halîfelerin devletinin bahtı açık oldu­ğunu, vergilerinin helâlinden alındığını bildiğim için bu teşebbüste bulundum. Ben kendi mallarımla altından ya da gü­müşten bir kale yaptırmak istesem bir güçlük çekmem. Halîfe’nin malının uğur ve bereket getirmesini istek etti­ğim için ondan bu parayı istedim” dedi.

Almış Han’a şiir

Yukarıdaki satırlarda görüldüğü üze­re, İslâmiyet’e bağlılığı ve ihlâsı en yük­sek seviyeye ulaşan Almış Han, bu vasfı­nı Türk soyundan gelenlere mîras bırak­mış, Karahanlı, Gazneli, Selçuklu, Os­manlı hükümdarları hep bu özellikleriyle ön plâna çıkarak gönüllerde taht kurmuş­lardır. Almış Han’ın hükümdarlığının ne kadar sürdüğü ve hangi târihte vefat ettiği bilinmemektedir. Ölümünden sonra yeri­ne oğlu Mikâil geçmiş, onun halefi ise Tâlib bin Ahmed olmuştur.
Günümüz destan şâirlerinden Musta­fa Kıbrıslı (Taner Kervancıoğlu), Almış Han’ı şu hoş şiiriyle bize anlatmaktadır:

İslâmın haberin Harzem elinden
Varıp gelenlerden almış, Almış Han
Hidayet bağının akçe gülünden
Derip erenlerden olmuş, Almış Han
Dua etsin diye Türk’ün boyuna
Elçiler göndermiş Abbas soyuna
Evvel yola giren Hak kervanına
Coşup girenlerden olmuş Almış Han
İdil Volga nere Bağdad’ım nere
Arada nice dağ aşılmaz dere
Aşıklara varıp gelen habere
Hakk’ın lûtfu ile ermiş, almış Han
Bağdad’da devletli halîfe varmış
Nice yüzbin alim bir nice ermiş
Her tarafa imân nuru yayarmış
Bu nurun adını bilmiş, Almış Han
Görülmemiş çadır bin kişi alır
Bağdad’dan devletli konuklar gelir
Türk İslâm’a, İslâm Türk’e yar olur
Vuslatın toyunu kurmuş, Almış Han
Hak yoluna nice sohbetler olur
İman nuru ile kalpler nurlanır
Türk elleri bu nur ile şenlenir
Bunu görüp şükür etmiş Almış Han
İbn Fadlan gezip gördüğün yazmış
Kervancım da size nazmını düzmüş
Türk hanlarından ilk Müslüman olmuş
Bolkar ellerinde beymiş, Almış Han

Yorum Gönder

Daha yeni Daha eski